www.kriminoloji.com
SUÇ
NEDENLERİ
Prof.Dr. R.
Füsun SOKULLU-AKINCI[1]
© www.kriminoloji.com 2002
D)
SOSYO-PSİKOLOJİK
TEORİLER:
Bu bölümde suçu öğrenilmiş bir davranış olarak gören teoriler
incelenecektir. Bunlar sosyal etkileşim (enteraksiyon) süreci nedeniyle belirli
suç biçimlerinin öğrenildiğini ileri sürmektedirler. Ne sosyolojik teoriler
gibi soyut bir çevreyi suça neden olarak görmekte, nede biyolojik be psikolojik
teoriler gibi suça sırf bireysel nedenlere bağlamaktadırlar.
Suçun toplumda pek
sık rastlanan hukuka aykırı davranışların taklidi olduğunu ilk olarak
Munsterberg ileri sürmüştür. Daha sonra Fransız yargıç Gabriel Tarde, suçun
taklit yolu ile öğrenildiğini belirtmiştir.
Sosyo-psikolojik
teoriler, Kontrol Teorileri ve Doğrudan Doğruya Öğrenme Teoriler olmak üzere
iki grupta incelenecektir.
1) Kontrol Teoriler:
Bu teorilere göre,
insanlar aksi öğretilmedikçe, sık sık anti-sosyal bir şekilde davranırlar.
a)
Hans
Eysenck’in Görüşleri.
Bir
İngiliz psikolog olan Eysenck’e göre suçta soya çekimin önemli rolü
bulunmaktadır, zira kişinin suça elverişli bir kişiliğe sahip olması
soyaçekimin etkisiyledir. Sosyalleşme ise iki etkiye bağlıdır: davranış ortaya
çıkardığı sonuçlarla benimsenir; örneğin ödüllendirme ile ortaya çıkan
davranışlar benimsenir, olumsuz sonuçlara yol açan davranışlar ise daha az
tekraralarnır.[2] Bu Bentham’ın “hedonizm” görüşünün yani insanların haz ve
zevk aradıkları görüşünün yani insanların psikolojideki paralelidir.[3]
Eysenck’in
sözünü ettiği “kısa dönem” hedonizmdir. Davranışların hemen ortaya çıkan sonuçları,
uzun dönemde ortaya çıkandan daha etkilidir. Bu nedenle de cezanın ati-sosyal
davranıştan caydırıcı etkisi çok da fazla değildir, çünkü davranıştan çok sonra
cezası verilmektedir. Buna karşın, daha çocuklukta, istenmeyen hareket yapılır
yapılmaz anne-baba veya öğretmen hemen cezalandırırsa, daha etkili olur ve
çocuk anti sosyal davranışı, “haz vermeyen” bir tepkinin izlediğini öğrenir; bu
anlamda şartlanır.[4]
Eysenck’e
göre, insanın ilk dürtüsü zevk arama ve acıdan kaçınmadır. Eysenck bu noktada klasik
yararcı görüş yanlısı filozoflarla aynı görüşü paylaşmaktadır.[5] Ancak özgür irade ve insanın mantıklı (rasyonel) olduğu
görüşlerini paylaşmamakta, yararcıların iddia ettiği gibi suçtan elde edilecek
yararla orantılı bir cezanın suçu azalttığı düşüncesine katılmamaktadır. Yazara
göre modern psikoloji klasik hedonizmi pozitivist rötuşlarla düzenlemektedir.[6]
Eysenck’e
göre acı ve haz arasındaki dengeden bahsedebilme için pek çok faktör dikkate
alınmalıdır. Bu aynen bir kaldıracın iki yanındaki ağırlığın dengelenmesine
benzer. Denge için ağırlıkların aynı olması yetmez, bu ağırlıkların manivelanın
destek noktasına olan uzaklıkları da önemlidir. Hafif bir yük destek
noktasından uzağa konuldu mu diğer yanda bulunan ağır fakat destek noktasına
daha yakın olan diğer yükü dengeleyecektir. Acı ve haz açısından da eyleme
zaman bakımından daha yakın olan sonuç daha önemlidir ve etkilidir: eyleme
zaman bakımından daha yakın olan sonuç, ilerideki eylemleri belirleme açısından
daha etkili olur. Küçük ancak derhal elde edilen bir haz, çok daha sonra yoğun
acı veren bir sonuca yol açsa da, eylemin tekrarlanmasına neden olur.[7] Zira yaptırımın olumsuz etkileri suç ve ceza arasındaki
zaman uzadıkça azalır.[8] Eysenck suçların büyük bir bölümünün faillerinin
bulunamadığını, suçlarında bu bilinç içinde kısa dönem hedonizm peşinde
olduklarını ifade etmektedir: Yani, gününü gün etmek, o günün tadını çıkartmak
çünkü ertesi gün ne olacağı belli değildir.
Eysenck’e
göre cezaya bir alternatif bulunması gerekmektedir. Zira ceza ile eylem
arasında geçen nedeniyle ve ceza verilmemesi olasılığı da bulunmaması nedeniyle
ceza etkin olamayacaktır. Bunun yerini “vicdan” almalıdır. Eysenck, “vicdan”ın
oluşma sürecini şartlı refleks ile açıklanmaktadır:
“Çocuk
büyürken bazı eylemlerin nahoş, kendi arzularına aykırı olduğunu görecektir.
Örneğin, temiz olmayı öğrenecektir, istediği her yerde tuvalet yapamayacak,
cinsel ve saldırgan dürtülerini kontrol altında tutacaktır. Hoşlanmadığı
hareketleri yapan diğer çocukları dövmeyecek, kendisine ait olmayan şeyleri
almayacaktır her toplumda bu gibi pek çok eylem yasaklanmıştır ve bunları
yapanlar yaramaz, kötü ve ahlaksız olarak nitelendirilir ve bunları yapanlar
yaramaz, kötü ve ahlaksız olarak nitelendirilir bunları yapmak her ne kadar
kişilerce çok istense, onlara haz verse de yapılmayacaktır. Bunu sağlamak
gecikmiş cezalandırma yöntemiyle olamaz, çünkü bu tür eylemlerin derhal
sağlayacağı haz, derhal uygulanacak, hazdan daha fazla bir ceza[9] ile engellenebilir. Burada uygulanan cezanın eyleme zaman
açısından mümkün olduğu kadar yakın olması önemlidir. Çocuklukta anne-babanın
veya öğretmenin bu tür cezaları ve cezanın doğru zamanda uygulaması mümkündür;
örneğin, yanlış hareket yapan çocuğa hemen vurulur veya yapmaması söylenir,
azarlanır, odadan çıkartılır yada kendisine bir ceza uygulanır. Bu tür
cezaların, tepkilerin tekrarı çocukta şartlı tepki haline gelir. Yani çocuk
yaptığı zaman cezalandırıldığı bir eylemi tekrar yapacak olursa iki seçenek
karşısında kalacaktır: Hoşlandığı amaca ulaşacak hoşlanmadığı bir ceza bunu
hemen takip edecektir. Bu da eylemi yapmaktan kaçınmasına yol açacaktır.
Şartlanma süreci etkin şekilde uygulanınca da yapılan seçim eylemden kaçınma
yönünde olacaktır. Böylece çocuğun kendi içinde adeta onun atavistik
dürtülerini kontrol eden bir “polis” gücü oluşmuş olacaktır. Bu polis gücü,
devletin polis gücünden hem daha etkilidir hem de hep çocuğun yanında
olacaktır.”[10]
Eleştirisi: Eysenck’in görüşleri
ağır bir şekilde eleştirilmiş, gerçeği yansıtıp yansıtmadığının belirlenemediği
söylenmiştir. Örneklerin bağnazca seçildiği, dayanılan araştırmaların yanlış
yorumlandığı ve veriler arasında tutarsızlıkların bulunduğu da iddia
edilmiştir. Ancak Eysenck’in vicdan olarak adlandırdığı, Frued’un çok
benimsenen “süper-ego” kavramını çağrıştırmaktadır. Kanımızca da, gerek
Eysenck’in vicdan teorisi gerekse Freud’un süper-ego yaklaşımının suçluluğun
önlenmesi ve suçun nedenlerinin açıklanmasında çok önemli olduğu görüşündeyiz.
b)
Sınırlama
Teorisi (Containment Theory).
Walter
Reckless’e göre Amerika’daki yüksek suçluluk oranının nedeni “sınırlamanın
olmayışı”dır. Reckless Amerikalı sosyologların üzerinde durduğu eşitsizlik,
yoksulluk, işsizlik, eğitimsizlik gibi kriminojen koşulları reddetmekte, suçu
ancak sınırlamaların önleyebileceğini belirtmektedir.[11]
Sınırlamalar
iç ve dış olmak üzere iki çeşittir. Dış sınırlamalar, grup içinde egemen,
baskın olan normlara uygun davranma konusundaki sosyal baskıdır. Dış sınırlama
soyutlanmış, homojen primer toplumlarda güçlüdür, örneğin ilkel kabilelerde,
dinsel topluluklarda ve tarım ile uğraşan kırsal yörelerde böyledir. Ancak göç
etmiş, homojenliğini kaybedip heterojen hale gelmiş, kültür çatışması olan
toplumlarda dış sınırlamanın azaldığı yada hiç olmadığı görülmektedir.[12] İç sınırlamalar ise, psikologların “süper-ego” adını
verdikleri kavramlardır. Dış sınırlamaları zayıf olduğu zaman iç sınırlamaları
güçlüyse iç sınırlamalar güçlüyse, suç işlenmez.[13]
En iyi iç sınırlama, insanın kendisini olumlu bir şekilde nitelendirmesidir.
Diğer iç sınırlandırmalar ise, güçlü ego, sorumluluk duygusunun yüksek olması,
belirli bir amaca yönelebilme yeteneği, çelişkilere karşı direnme gücü v.s.
olarak belirtilebilir.
Eleştirisi: Bu teori, yüksek
suçluluk oranı olan yerlerde yaşayan, hukuka uygun davranan kişilerinde
bulunmasını ve normların çiğnenmediği çevrelerden çıkan suçlu kişilerin
varlığını izah edebilmektedir ve bu nedenle de kriminologlarca onaylanmıştır.
Diğer yandan ortaya bazı tanımlar koymaktadır, fakat bu tanımlar araştırmalara
ve deneylere dayanmamaktadır.
c)
Kohlberg’in
Gelişim Aşaması Teorisi.
Lawrence
Kohlberg ahlaki gelişim ve olgunlaşmanın altı aşamada gerçekleştiği hipotezini
ortaya atmıştır. Çocuğun bir aşamadan diğerine geçmesi bazı sosyal deneyimlerle
hızlandırılabilirse de bu aşamalar farklı kültürlerde dahi değişmez nitelik
gösterirler. İlk iki aşamada yapılan eylemler ortaya çıkan sonuçları ile
değerlendirilir. “İyilik” ödüller ve kişisel doyumla sonuçlanır. “Kötülük” ise
ceza ve kişisel doyumun olmaması ile sonuçlanır. İkinci iki aşamada ise
toplumsal standartlar ve hukuk kurallarına uyum sağlanır. Sosyal düzenin
korunması gerektiği öğrenilir. Son iki aşamada ise mantık değerlendirmesi
yapılır: Düzenin değeri, kişisel ilkeler, ahlak ve adalet standartları bu
dönemde oluşur. Bu aşamalar evrensel nitelikte olmakla birlikte, sosyal
etkileşimin ve anne-babanın uyguladıkları yöntemlerin bazı farklı sonuçlara yol
açabileceğini Kohlberg de kabul etmektedir. Kohlberg bu aşamaların
ölçümlenebilmesi için bir cetvel geliştirmiştir. Bu bazı testlerden
oluşmaktadır. Testlerde bazı kişilere bazı açmazlar sunulmakta ve kişi iki
seçenekten birini seçmektedir. Örneğin karısının hayatını kurtarmak için
gerekli olan ilacı almaya yetecek parası olmayan bir koca bu ilacı
çalmalımıdır, çalmamalımıdır?
Bu
testler mahkumlar arasında ve suç bölgesinde yaşayanlara uygulanmıştır.
Suçlular daha alt gelişim aşamalarında kalmışlardır. Fakat biri dışında hiçbir
denek üçüncü gelişim aşamasını geçememiştir.[14]
Eleştirisi: Gelişme aşamalarını
tam belirleyebilecek ölçümler henüz geliştirilememiştir.
2) Doğrudan Doğruya Öğrenme Teorileri:
a)
Aykırılıkların
Birleşmesi (Differential Association) Teorisi.
Edwin
Sutherland ile başlayan bu teori Nettler, Cohen, Homans tarafından en son
Sutherland ve Cressey tarafından geliştirilmiştir.[15]
Bu teori suçlu davranışı öğrenmenin bir ürünü olarak görmektedir. Sapıcı
davranış soyaçekim veya psikolojik nedenlerle ortaya çıkmaz: Suçlunun icat
ettiği bir şey değildir. Suç modelleri ile yüz yüze gelme sonucunda suç
işleyecek kişi bu modelleri öğrenir.[16]
Bu
teoriye göre suçlu suçluluğu öğrenmek küçük ve yakın gruplarda olur. Öğrenme,
tekniği özel konuşma ve kavramları da içerir.[17]
Çocuk
suç tanımlarını ailesinden öğrenir. Annesi ona hırsızlığın yanlış olduğunu öğretir;
fakat çocuk, parasının üstünün fazla verildiğini gören annesinin bunu iade
etmediğini de fark eder. Aynı şekilde, bir iş adamı vergi kaçırmayı hukuki
olarak görürken, hırsızlığı hukuka aykırı olarak nitelendirir.
Sutherland
dokuz önerme ileriye sürmektedir.
i.
Suçlu
davranış öğrenilir,
ii.
Suçlu
davranış karşılıklı iletişim içinde öğrenilir,
iii.
Suçlu
davranış önce ilk ve yakın gruplar içinde öğrenilir,
iv.
Suçlu
davranışı öğrenme,
o
Bazen
basit bazen ise karmaşık olan suç işleme tekniklerini öğrenme,
o
Saik,
dürtü, rasyonalizasyon ve tutumların özel yönlerini de öğrenmeyi kapsar,
v.
Saik ve
dürtülerin yönü kabul edilebilr veya edilemez nitelikteki yasal tanımlardan
öğrenilir,
vi.
Bir kişi
uygun tanımlara kıyasla uygun olmayan tanımların çok fazla olması nedeniyle suç
işler,
vii.
Aykırılıkların
birleşmesi, sıklığı, devam süresi, yoğunluğu ve öncelik sırası açısından
farklılıklar gösterir,
viii.
Suçlu
davranışı öğrenme aynen diğer öğrenme mekanizmaları gibidir,
ix.
Suçlu
davranış genel gereksinimlerin ve değerlerin bir ifadesi olmakla beraber,
bunlarla açıklanamaz, zira suçlu olmayan davranış da aynı gereksinimlerin ve
değerlerin ifadesidir.
Eleştirisi: Sutherland’ın bu
teorisi çeşitli açılarda ve çokça eleştirilmiştir. Dokuz önermenin özen
gösterilmeden hazırlandığı ve geliştirilemediği söylenmiştir. Sutherland suçun
sosyolojik açıklanmasını yapmaya çaba göstermiş, toplumun farklı kesimlerindeki
suç oranlarının farklılığını açıklamaya çalışmış; ancak bunu yaparken bireyi
esas almıştır. Teoriye göre bireyin suçu öğrenmesi için suçlularla biraya
gelmesi, “birleşmesi” gerekmektedir. Bu orta sınıf suçluluğunu ve beyaz yaka
suçluluğunu açıklayamamaktadır.
İkinci
olarak, bu teori insanların niçin bazı aykırı birleşmelerde bulunduğunu
açıklayamamaktadır. Örneğin aynı kültürde hatta aynı aile içinde yaşayan
insanlardan bir bölümü suçlu davranışı öğrendiği halde diğerleri
öğrenmemektedirler. Teori aynı sosyal yapı içinde suçlu ve suçlu olmayan
davranışlarla bir araya geleme yada gelmeme fırsatlarının olduğunu varsaymakta
ancak bireylerin birini yada diğerini niçin tercih ettiğini söylememektedir. Bu
seçimi birey acaba şans eseri olarak mı yoksa bilinçli olarak mı yapmaktadır.[18]
b)
Sosyal
Damgalanma Teorisi (Social Labelling Theory)
Damgalanma
teorisi Şikago Okulunun sembolik etkileşim görüşünden kaynaklanmaktadır. Gergo
Herbert Mead ve Thomas tarafından Şikago Üniversitesinde başlayan bu yaklaşım
pek çok yazarı etkilemiştir. Bunlardan en ünlüleri Becker, Lemert, Short ve
Nye’dır.[19]
Becker’e
göre sapma, kişilerin belirli davranışlarına toplumun koyduğu damgalarla
yaratılır. Sapma bir eylemin niteliği değildir. Sapma bir fiile “suçlu”luğa
ilişkin kural ve cezaların uygulanmasıdır. Suçlu ise bu şekilde damgalanmış
(etiketlenmiş ve toplum dışına itilmiş) olan kişidir.[20]
Becker
sapmanın olaya bakanın gözünde olduğunu iddia etmektedir.[21] Yani eylem aynı eylemdir; ancak bunun değerlendirilmesini
yapan kişiye göre sapmadır yada değildir. Gerçekten de aynı toplum içinde neyin
doğru neyin yanlış olduğu konusundaki görüş ve değerlendirmeler farklıdır.
Onaylanmayan davranışa sapma denilir ve bu onaylamama yasalarca yapılıyorsa ve
ceza ile karşılanıyorsa sapma suçtur. Eylem kendisi sapıcı olmamakla beraber
yasalar bu şekilde tanımladığı için sapma olarak görülmektedir. Yani davranışın
kendisi sapma değildir, sapmayı oluşturan davranışa karşı oluşan tepkidir. Yani
eylemi sapma diye “seyirciler” adlandırır. Sorun Becker’in “toplum dışı”
(outsiders) olarak adlandırdığı sapıcı davranışta bulunanların nasıl seçilip
damgalandığıdır. Bu iki şekilde oluşur:
i. Damga, damgalayan “seyirciler”in dikkatini çeker, bireyi
devamlı izlerler ve damgalamaya devam ederler, veya
ii. Birey damgayı benimser kendisini sapıcı olarak görür ve
sapıcı davranışları sürdürür.
Her
iki durumda da suçluluk artar ve itiyadi suçlular oluşur.[22]
Damgalanma
sürecinin ikinci türüne Lemert “ikincil sapma” adını vermektedir ve ikincil
sapmaya giden yolu Lemert söyle tanımlamaktadır:
“1)
ilk sapma; 2)toplumsal yaptırımlar; 3) yine ilk sapma; 4) daha kuvvetli
yaptırım ve dışlamalar; 5) tekrar sapma ve yaptırım uygulayanlara karşı
düşmanlık duyguları; 6) toplumun sapıcı kişiyi damgalaması; 7) sapıcı
davranışın daha yoğunlaşması ve güçlenmesi; 8) sapıcı sosyal statünün
benimsenmesi ve bu role uyum sağlama çabaları.[23]
Kısacası
ikincil sapma çeşitli kereler gidip döndükten sonra damgalanmış kişinin bu
kimliği benimsemesi ile sonuçlanmaktadır. Sapmanın bu türü damgalanma süreci
ile ortaya çıkmaktadır.
Bu
görüşe göre, belirli tip kişiler, diğerlerine kıyasla daha sık damgalanırlar:
Örneğin düşük gelir sınıfından gençler, azınlık grupları.[24] Bu, kişilerin toplumdaki rollerine ilişkin bir teoridir.
İnsanlara verilen roller onların ne şekilde davranmaları gerektiğini belirtir.
Toplumsal beklentiler nedeniyle, kişiler bu rollere uygun davranmak
zorundadırlar. Bireyler kendilerine uygun görülmüş klişe tiplere[25] uyum sağlarlar.
Yapılan
araştırmalar bir ceza mahkemesinde mahkumiyetin niteliksiz işçilerin iş bulma
olanaklarını önemli ölçüde kısıtladığını göstermektedir.[26] Zira bu kişiler damgalanmakta, toplumdaki statüleri
düşmektedir.[27]
Bu
tür bir mahkumiyetin yedi tür damgalama etkisi bulunmaktadır:
i. Şüphe altında olma: Suçlu daha sonra işlenen suçlardan
dolayı zan altında olacaktır. Özelliklede ilk işlediği suça benzerlik
gösteriyorsa,
ii. İş bulma zorlukları: Hükümlülerin iş bulması[28] ve bu işi devam ettirmeleri güçtür.
iii. Toplum dışına itilme: Hükümlü, arkadaşlarının hatta
ailesinin desteğini, yakınlığını kaybeder. Kendisini kabul edecek bir çevre
edinmeye çalışır, bu da diğer hükümlülerden
oluşmaktadır ve tekrar suç işlemesine yol açacaktır.
iv. Kendine olan saygı ve güvenin yitirilmesi: Hükümlü,
doğasında suçluluk olduğuna inanır ve bu şekilde devam etmesinin kaçınılmaz
olduğunu düşünür.
v. Damgalanmaya tepki: Suçlu damganın haksız olduğunu ve bunu
hem kendisine hem diğer insanlara kanıtlayabilmek için herkesten daha özenli
davranır.
vi. Damgalayanlara tepki: Suçlu damgadan çok kendisini
damgalayanları yada kendisini damgaladıklarını düşündüğü kişileri dolayısı ile
toplumun değerlerini reddeder ve bazen de kendisini düzendeki bozuklukları
ortaya çıkarmaya adar.
vii. Kutsal konuma gelme: Bazı özel durumlarda mahkumiyet bazı
kişilerce ahlaken yanlış olarak nitelendirilir ve hükümlü toplumsal destekle
karşılanır.[29]
Bu
eleştirilerden ilk dördü mutlak olarak geçekleştirilmekle birlikte 5, 6 ve
7’nci etkilerin her hükümlü için doğru olmadığını ifade etmeliyiz.
Eleştirisi: Sosyal damgalama
teorisi çok eleştirilmiş bir görüştür. Öncelikle ceza yaptırımına mahkumiyetin
damgalanma ile sonuçlanması ve bireyleri suçlu statüsüne sokarak onların
itiyadi suçlular olmalarına yol açması, ceza adalet sistemine karşı kuşkular
duyulmasına neden olmuştur. Bu, kanımızca adeta hastalığı tedavi için
uygulanacak ilacın hasta için daha fazla zarara yol açmasına benzetilebilir.
Öte yandan dünyadaki dekriminalizasyon akımları sosyal damgalanma teorisinden
kaynaklanmaktadır.
Öte
yandan bu teori ceza hukuku kurallarının ihlali niteliğindeki eylemlerin niçin
yapıldığını açıklayamamaktadır. İhlal ile buna karşın oluşan toplumsal tepki
karıştırılmaktadır.
Diğer
yandan Becker’in sosyal grupların kuralları yaptığı ve bunların ihlalinin sapma
olduğu, sapmanın eylemin bir niteliği değil de kişilerin eyleme vurduğu bir
damga olduğu görüşü de eleştirilmiş, bireylerin her davranışlarında bunun
sapıcı olup olmamasının, her seferinde yeniden yapılan bir nitelendirme
olmadığı belirtilmiştir.[30] Kanaatimizce ceza kanunları suç niteliğindeki sapmaları
önceden belirlemiştir. Bu belirleme eylemden önce yapılmıştır. Zaten eylemlerden
sonraki nitelendirmeler “suçta ve cezada kanunilik ilkesi” gereğince eylemin
suç olarak kabul edilmesine engeldir. Böyle olunca sapıcı davranışların ve
suçun ne olduğu önceden açık bir şekilde belirlenmiştir.
Öte
yandan hükümlülerin, düşük gelir sınıfından gençlerin ve azınlık gruplarının
damgalanmaya daha fazla yatkın oldukları ise bir gerçektir. Ancak akla şu soru
gelmektedir. Acaba bu kişilerin suç işlemelerine neden olan damgalanma süreci
midir, yoksa içinde yaşadıkları çevrenin etkileri midir, yoksa bunların her
birinin kişiden kişiye farklı derecelerde etkili olduğu söylenebilir mi?
Aslında nedenleri açısından her suçun ayrı ayrı incelenmesi gerekebilir. Bazı
suçlar biyolojik nedenlerden kaynaklandıkları halde bazıları ise, psikolojik, sosyolojik
yada sosyo-psikolojik nedenlerden kaynaklanmış olabilir. Suçluluğu tek bir
evrensel faktöre dayandırmak konuyu gereksiz şekilde kısıtlayıcı hatalı bir
yaklaşım olur.
DİPNOTLAR:
[1] Prof.Dr.
R.Füsun SOKULLU-AKINCI’nın “KRİMİNOLOJİ” kitabından alınmıştır. İstanbul, 1994.
[2] Hoghughi,
64.
[3] Bentham, An
Introduction to the Principles of Morals and Legislation, New York, 1948,
29-32.
[4] Williams,
72.
[5] Bakınız
Bentham, 29-32.
[6]
Taylor-Walton-Young, 47.
[7] Eysenck,
Teknology of Consent, New Scientist, 26 June 1969, 689, Zikreden
Taylor-Walton-Young, 47.
[8] Eysenck,
Fact and Fiction in Psychology, Hermondsworth, 1956, 259. zikreden
Taylor-Walton-Young, 48.
[9] Burada
kullanılan anlamıyla “ceza” yalnızca Ceza Hukuku anlamında bir yaptırım olarak
değil, sözcüğün genel anlamında kullanılmaktadır.
[10] Eysenck’ten
bu alıntı Taylor-Walton-Young, 48-49’da yer almaktadırç
[11] Recless,
The Crime Problem, New York, 1961, 4-5.
[12] Recless,
337.
[13] Recless,
351.
[14] Nietzel,
93.
[15] Hartung,
15.
[16] Nietzel,
97.
[17] Hartung,
15.
[18] Diğer
eleştiriler için bakınız Nietzel, 99-101, ayrıca Dönmezer, Kriminoloji, 437.
[19] Label,
etiket anlamına gelmektedir. Ancak terim Türk Kriminoloji literatüründe
Dönmezer tarafından damgalanma olarak adlandırılmış ve böylece yerleşmiştir. Bu
nedenle ve kavram kargaşasına yol açmamak için aynı terimi kullanmayı tercih
etmekteyiz.
[20] Becker,
Outsiders, Studies in the Sociology of Deviance, New York, 1963, 9.
[21] Becker,
Outsiders, 18.
[22] Wilkins,
zikreden, Williams-Mc.Shane, 88.
[23] Lemert,
Social Pathology: A Systematic Aprroach to the Teheory of Sociopathic Behavior,
New York, 1951, 77, zikreden Willams-Mc.Shane, 89 daki alıntıdan.
[24] Becker,
Outsiders, 13.
[25]
Stereo-types, bakınız Dönmezer, Sosyoloji, 61.
[26] Schwarz-Scolnick,
Two Studies of Legal Stigma, ed. Becker, The Other Side, New York, 1967, 105.
[27]
Schwarz-Scolnick, 108.
[28] Bu
güçlüğün, mevzuatımızda 1475 sayılı İş Kanunun 25/b maddesi ile işverenlere
eski hükümlü çalıştırılması zorunluluğu yüklenerek bertaraf edilmeğe
çalışıldığını görüyoruz.
[29] Walker,
Punishment, Danger and Stigma, The Morality of Criminal Justice, Oxford, 1980,
142-143.