www.kriminoloji.com

 

 

 

ŞİDDET VE DÜŞÜNCE

 

 

 

 

 

 

M. Hakan TÜRKÇAPAR[i]

Dışkapı YB Eğitim ve Araştırma Hastanesi,

2. Psikiyatri Kliniği Şefi

 

 

 

         Saldırganlık ve şiddetin doğası ve psikolojik nedenlerine ilişkin yürüttüğüm klinik çalışma sırasında görüştüğüm bireylerde beni şaşırtan şey yaptıkları bütün saldırganlık davranışlarını kendi açılarından oldukça haklı sebeplere dayandırmalarıydı. Cinayet gibi ağır saldırganlık ve şiddet içeren eylemleri yapanların bile kendilerini meşrulaştıracak gerekçeleri vardı; ya kendilerini savunmuşlardı, artık yapacak bir şey kalmamıştı, ya da başkaları tarafından kandırılmışlardı. Bu sonuncu sebep yani kandırılmayı bir kenara bırakırsak, saldırganlık içeren eylemleri yapan kişiler, kurbanlarına kendilerine karşı yaptıkları yanlış davranışların haklı sonucu olarak şiddet uyguladıklarını savunuyorlardı. Yani önce onlar bir şekilde “şiddete” maruz kalıp kurban olmuşlar, ardından karşı hamle olarak kendileri şiddete başvurmak “zorunda” kalmışlardı.  Kandırılma işine gelince kandırılan herkes birileri tarafından yönlendirildiğini ifade ediyordu, ancak işin ilginç yanı yaptığım yüzlerce görüşmede bu kadar kandırılan kişiyi kandıran kişiyle hiç karşılaşamamam olmuştu! Burada da herkes yine kurbandı. Bu durum benim açımdan şaşırtıcı idi, oldukça inandırıcı biçimde herkesin uyguladığı şiddetin haklı bir nedeni vardı, peki “kötü” adam, ya da haksızlığı yapan adamlar neredeydi?

         Daha sonra sosyal antropoloji tezim hâline getirdiğim bu çalışmanın sonucunda, antisosyal kişilik bozukluğu olan bireylerde eğitim süresi kısaldıkça şiddete dönük davranışların arttığını, antisosyal kişilik bozukluğu olan bireylerden cinayet suçunu işleyenlerden en kısa eğitim süresine sahip olduğunu, şiddet eğiliminin çocukluktan itibaren başlayan bir özellik olduğunu, örneğin yine çocukken hayvanlara eziyet etme davranışının yetişkinlikte adam yaralama suçunu işleyenlerde olduğunu saptamıştım. Bu çalışmaya katılan grupta şiddeti belirleyen psikolojik etkenler arasında ise genel öfke düzeyinin ve dışa dönük öfkenin cinayet suçu işleyenlerde en yüksek yine öfke kontrolünün de bu grupta en az olduğu ortaya çıkmıştı.[ii]

 Bu çalışma saldırganlığın sosyal ve psikolojik yönlerini ele alıyordu ancak saldırganlık ya da şiddet tek etkenle açıklanabilecek basit bir fenomen değil. Bu yazıda daha çok ele almaya çalışacağımız saldırganlığın çevresel ve psikolojik yönleri, özellikle de saldırganlığı etkileyen bilişsel etkenler.

Saldırganlık, başka bir insana zarar vermeye, acı çektirmeye veya yaralamaya yönelik herhangi bir tür davranışa verilen addır[iii]. Şiddet de benzer anlamda kullanılan bir kavram olarak güç kullanmak, baskı uygulamak, başka insanlara zarar vermeye ve yaralamaya dönük hareketler, saldırganlık anlamlarına gelmektedir. Şiddet, sadece birey ölçeğinde ele alındığında, bireyin artmış saldırganlık dürtüleri ile içsel kontrol düzenekleri arasındaki denge bozulduğunda gündeme gelir. Bireyin saldırgan eğilimleri ve şiddet fantezileri olabilir, fakat bunlar kişi kontrolünü yitirmedikçe eyleme dönüşmezler ve bir şiddet ortaya çıkmaz.

 

Saldırganlığın Nedenleri

“İnsan neden saldırganlık gösterir?” sorusunun cevabı oldukça zordur ve aslında tüm insan davranışlarının doğasına yönelik bir tartışmayı gerektirir. Hayvanlar için saldırganlığın biyolojik ve davranışsal karşılıklarını, eşlik edenlerini bulmak o kadar zor değildir. Ancak insan söz konusu olduğunda, biyolojik yapıyı aşan birçok etken işin içine girdiğinden zorlaşmaktadır. İnsan davranışının doğası, son derece karmaşıktır. Saldırganlık insanın doğasında, yapısında olan bir şey midir, yoksa yaradılışında olmayıp öğrenilmiş ya da sonradan içinde bulunulan çevrenin etkisiyle ortaya çıkan bir şey midir?[iv] Şu anki bilgilerimize göre en uygun cevap, ‘her ikisi de’ olacaktır. Birinci sorunun cevabı, saldırganlığın biyolojik yönüne işaret ederken ikinci sorunun cevabı sosyal etkenleri öne çıkarmaktadır. Tarih boyunca bu iki cevaptan birinden yana tavır alanlar olmuştur; örneğin psikanalitik kuramın Frued’un ortaya koyduğu ilk şekli insan psikolojisini biyolojik temelli iki dürtüyle yani saldırganlık ve cinsellikle açıklama çabasıdır[v]. Freud, teorisinin erken dönemlerinde tüm insan davranışlarının kökeninde eros veya libidonun yani yaşam enerjisinin olduğunu öne sürmüştü. Ona göre saldırganlık da libidanal dürtülerin doyurulmasının engellenmesinden dolayı ikincil bir tepkiydi. Sadece belli durumlarda uygun koşullarda ortaya çıkabildiğinden saldırganlık yaşamın kaçınılmaz bir parçası değildi. Ancak 1. Dünya Savaşı’nın trajik günlerini takiben Freud bu görüşü terk ederek insan saldırganlığının tanatos adını verdiği libidodan farklı ve ona tam ters bir fonksiyon icra eden bir içgüdüden kaynaklandığını ileri sürdü. Tanatos -ölüm içgüdüsü- adını verdiği bu içgüdü, yaşamın tahrip edilmesine ve sona erdirilmesine yönelik enerjidir. Freud’a göre saldırganlık da dâhil olmak üzere tüm insan davranışları eros ve tanatos arasındaki karmaşık ilişkiden ve gerilimden doğmaktadır. Ölüm içgüdüsü eğer kısıtlanamazsa kişinin kendisini tahrip etmesiyle sonuçlanır. Bu nedenle ölüm içgüdüsünü kısıtlayabilmek amacıyla insanlar değişik savunma mekanizmalarına başvururlar; bu savunma mekanizmalarıyla örneğin yer değiştirme savunmasıyla bu enerji dışarıya aktarılır ve böylece saldırganlık ortaya çıkar. Freud’un bakış açısına göre, saldırganlık birincil olarak kişinin kendisini tahrip etmeye yönelik ölüm içgüdüsünün diğer insanlara yönlendirilmesinden kaynaklanmaktadır[vi].

 

Saldırganlıkta Bilişsel Davranışsal Etkenler

Saldırgan Davranışın Oluşumunda Erken Dönem Yapı-Çevre Etkileşimi

İnsanoğlunun davranışçıların düşündüğü gibi dünyaya geldiğinde üzerine yazılmayı bekleyen boş bir kağıt gibi olmadığını biliyoruz. Her bireyin kendine özgü doğuştan getirdiği karakteristik bir takım özelliklerden oluşan bir kapasitesi vardır. Erken dönemlerden başlayarak bu kapasite, çevreyle etkileşim biçimlerine göre yaşantılarla şekillenir. Çocuklukta ve bebeklikte kötü muameleye maruz kalmış ve istismar edilmiş kimselerin yetişkin yaşamlarında kendilerinin de benzer davranışlar gösterdiği bilinmektedir. Şiddet ve saldırganlığa maruz kalmış kimselerin kendilerinin de sonraki yaşamlarında şiddete başvurmalarının bireyin işlev gösterdiği bütün alanlarda yani bilişsel, duygusal ve fizyolojik alanlarla ilişkili olduğu düşünülmektedir. Gördüğü her tür kötü muamelenin çocuklarda saldırgan davranışları artırdığı, bunun da dış dünyaya olumsuz bakma ve yaklaşma nedeniyle olduğu sanılmaktadır. Çocuk, dış dünyadan sürekli tehdit beklentisi içinde olduğunda, bu da aşırı uyarılabilir bir duruma yol açmaktadır. Bir kez belli bir davranış örüntüsü ve fizyolojik cevap yerleştikten sonra onun artık değişmesi de zorlaşmaktadır15.

  Özetle erken dönemde karşılaşılan saldırgan davranışların ve kötü muamelenin şu mekanizmalarla bireyi etkileyerek ilerde saldırganlığa eğilimli hâle getirdiği düşünülmektedir:

1-    Çevre şiddet göstererek çocuğa kötü model olmaktadır.

2-    Pekiştirme yoluyla çocuğa saldırgan davranışlar yerleşmekte, kişilik özelliği hâline dönüşmektedir.

3-    Kafa travmalarına bağlı olarak ileride dürtüselliğe ve saldırgan davranışlara yol açabilecek nöroanatomik hasarlar gelişebilmektedir.

4-    Çevrenin tehlikeli olduğuna dair bir inanç doğurarak çocuğun gerçekliği bozuk algılamasına yol açmaktadır.

5-    Duyguları sözlerle değil eylemlerle ifade etme alışkanlığı kazanılmaktadır.

 

Saldırganlık ve Öğrenme

Klasik davranışçılık saldırganlığı öğrenilen bir davranış olarak açıklar. Davranışçı kuram psikanalizin tam tersine insanın dünyaya geldiğinde bomboş olduğunu (tabula rasa) hemen her şeyin bu arada saldırganlığın da çevre etrafından belirlendiğini savunur. Bilişsel yaklaşımın davranışçılığın üzerine eklediği şey saldırgan davranışın oluşumunda ve sürmesinde bilişsel etkenlerin yani algı, anlamlandırma ve yorumlamalarımızın rolüdür.

         Bilişsel yaklaşımı psikolojiye getiren öncülerden Albert Bandura saldırganlığın insanın yapısından değil çevre koşulları ve öğrenmeyle gerçekleştiğini ve klasik davranışçılığın savunduğu doğrudan koşullanma yerine gözlemsel öğrenme ve model almanın saldırgan davranışın gelişiminde daha önemli olduğunu savundu. Bu bakış açısına göre, saldırganlık da diğer sosyal davranışları gibi öğrenilmiş yani sonradan kazanılmış bir tutumdur. Albert Bandura’ya göre, insan saldırganlığının kökeninde, ne şiddete yönelik içsel istek ne de engellenmeye bağlı olarak doğan saldırganlık dürtüsü bulunmaktadır. İnsanların birbirine karşı saldırgan tutumlar göstermelerinin nedenleri,

1-    Geçmiş deneyimler sonucunda saldırgan davranışlar kazanmaları,

2-    Bu türden tepkileri yüzünden takdir görmeleri veya ödüllendirilmeleri,

3-    Özel sosyal ve çevresel şartlar tarafından doğrudan teşvik edilmeleri gibi nedenlerdir.

İç güdü ve dürtü teorilerinin tersine, sosyal öğrenme teorisi, saldırganlığa yol açan bir veya birkaç potansiyel neden olmadığını çok çeşitli nedenlerle saldırganlığın ortaya çıkabileceğini savunur; saldırganlık davranışının altında kişinin geçmiş yaşantıları ve öğrenmelerinden birçok dışsal ve durumsal etkene uzanan geniş bir spektrumda yer alan nedenlerin yattığını öne sürer15.

Bandura’nın tezlerini destekleyen birçok çalışma yapılmıştır. Küçük çocuklarda yetişkinleri model alarak saldırgan davranışın geliştiğini gösteren Bobo-Doll deneyinde, yetişkin modellerin saldırgan davranışlar yaptığı örneklerini izleyen küçük çocuklar daha çok saldırgan davranışlar göstermişlerdir. Yine bir başka araştırmada saldırganlığın ebeveyn tarafından çok şiddetli bir şekilde cezalandırıldığı durumlarda, çocukların bu davranışı sürdürmeye eğilim gösterdikleri bulunmuştur. Diğer yandan olumlu davranışlarla ilgili pekiştireç verilmesi ve saldırgan davranışlara fazla dikkat yöneltilmemesi, saldırgan davranışları azaltmaktadır.

Filmlerde ve televizyon programlarında, radyo, gazete, fotoğraf gibi kitle iletişim araçlarında yer alan şiddet öğelerinin etkileri, toplumun saldırganlık konusunda en fazla duyarlı olduğu alanlardan  birisidir. Bu konuda çok çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Medyanın saldırganlık üzerine hem saldırganlık ve şiddet içeren filmler hem de bu tür olayları haberlerle aktarma yoluyla etkili olup olmadığı tartışılan bir konudur21. Televizyonlardaki şiddetle saldırganlık arasından bağlantı, artık bilinen  ve kabul edilen bir saptamadır. Çocukların televizyonda izledikleri şiddet içeren filmler arttıkça akranlarına karşı daha saldırgan oldukları bulunmuştur. İlişkinin şiddeti izleme zamanı ile orantılı olarak artmaktadır. Görsel şiddete maruz kalmanın en önemli etkisi, çocuklar üzerinedir. Küçük çocuklar şiddet uygulandıklarında kurbanın acı çekmesine aldırmadan yaptıkları şeyi sürdürebilirler; diğer yandan büyük çocuklar ve yetişkinler kurbanın çektiği acıdan etkilenerek durabilirler. Yine çeşitli yaşlardaki çocuklarla yapılan bir deneyde şiddet öğesi içeren bir filmin başı gösterildikten sonra çocuklara film için bir final seçmeleri söylendiğinde küçük çocukların saldırgan sonlar, büyük çocukların ise şiddet içermeyen sonlar seçtikleri görülmüştür. Bu da şiddeti algılayış ve değerlendirişin duygusal ve bilişsel olgunlukla ilgili olduğunu düşündürmektedir15.

Filmlerdeki ve televizyonlardaki şiddetin çocukları etkileme şekli ve süreci ile ilgili üç tür mekanizma ve etkiden söz edilmektedir:

1-    Gözlemsel öğrenme:

Bireyler medyada gördükleri şiddet olayları ile daha önce davranış dağarcıklarında olmayan insanlara zarar vermenin ve şiddetin yeni yeni usullerini öğrenerek davranış dağarcıklarına katmaktadırlar.

2-    Kontrolün kaybolması:

Saldırgan davranış ve eylemleri izleyenlerin saldırganlık ve şiddete karşı olan engelleyici kontrol mekanizmaları gevşemektedir.

3-    Duyarsızlaşma:

İzleyicilerin saldırgan davranışlar ve onun kurbanlarda yarattığı sonuçlarına karşı olan duygusal tepkileri azaltmaktadır. Çünkü şiddet görüntüleri olağanlaşarak ve kanıksanarak, sanki gerçek değilmişler gibi algılanmakta ve zaten görüntüler asla gerçeğin yerini tutmamakta, şiddet medyaya olanca çıplaklığıyla yansıyamamakta, âdeta tül bir perde altına alınmaktadır. Sonuç olarak kişi artık olaylara duygusal bir tepki gösterse bile bu çok az olmaktadır21.

 

Saldırganlık ve Öfkede Bilişsel Model

Bilişsel model çevre ile duygusal tepki ve davranışlarımız arasında bilişsel sistemin bir aracı olduğunu ve tepkilerimizi biçimlemede belirleyici bir rolü olduğunu savunur. Bilişsel sistemi oluşturan algı, anlamlandırma ve yorumlama alanlarında öfke duygusu ve ona bağlı saldırgan davranışlar olduğu anda kişinin haksızlığa uğradığı, haklarına veya değerlerine saldırıldığı ve bu durumun gereksiz yere ve kasıtlı olarak yapıldığı biçiminde temalar hâkim olur.  Bilişsel sistem anlık düşünce ve imgelerden oluşan otomatik düşünceler ve bunlara kaynaklık eden şemalardan oluşur. Şemalarımız geri planda durarak algı, anlamlandırma ve yorumlarımıza rehberlik ederler. Bunları bir bilgisayarın içindeki programlara benzetebiliriz, otomatik düşünceler ve imgeler ise bu programın ekranda izlediğimiz ürünleridir. Şemalar, ara inanç adı da verilen kurallar (ör. benim isteklerim yerine getirilmelidir) ile koşullu inançlardan (ör. eğer bir kişi benden bir şey istiyorsa bu benim haklarıma saldırıdır) ve koşulsuz temel inançlardan (ör. insanlar kötüdür, çıkarcıdır, ben yetersizim vb.) oluşur. Beck’in (1999), öfke, düşmanlık ve şiddet olgularının, bilişsel temellerine yönelik olarak yazdığı “Prisoners of Hate” adlı kitapta bireysel saldırganlık ve şiddetle, siyasi şiddet, soykırım ve terörün düzenekleriyle ilgili bilişsel kuramın penceresinden açıklamalar getirmiştir. Beck saldırganlığın bilişsel açıklamasını kavramlaştırırken öncelikle klinik gözlemlerinden hareket etmiş ve saldırgan kişilerin zihinsel içeriklerini oluşturan otomatik düşüncelerinde ortak özellikler saptamıştır. Örneğin çocuğunun oyuncakları ile oynarken çıkarttığı seslerden rahatsız olan ve “kasten yapıyor” biçiminde bir otomatik düşüncesi olan baba kolaylıkla provoke olurken, “normal bir çocuğun yaptığı şeyleri yapıyor” diye düşünen bir baba bu durumdan rahatsız olmayacaktır. Bireyin iç iletişim sistemini oluşturan otomatik düşünceler kişinin kendisi, diğerleri, onların davranışlarının yorumu ve daha sonra ne olacağının beklentisine ilişkin bir ağın parçasıdır. Konuşurken kardeşi başka bir yere baktığında “bana saygı göstermiyor” diye düşünmek, eşi eve geç gelen bir bayanın “arkadaşlarını bana tercih ediyor” diye düşünmesi öfkeyi tetikleyebilir. Bu iç iletişim sistemindeki iletiler olan otomatik düşünceler, bireyin inançlarından kaynaklanır. İnançlar kişinin kendini ve diğerlerine yüklediği beklentileri ve talepleri de içerir. Bu yasaklamalar ve emirleri tanımlamak çok önemlidir. Bu katı beklentiler veya diğerlerinin davranışlarını düzenlemek için aşırı tekrarlayan girişimler, hayal kırıklığı ve engellenmeye yol açar. “Eğer insanlar benim yoluma çıkarsa bunun anlamı saygısızlıktır”, “Eğer eşim istediğimi yapmazsa bu beni önemsememesindendir”[vii]. Bilişsel kuramın diğer kurucu ismi Albert Ellis’e göre öfkenin altında kişinin dünya ve diğer insanlara ilişkin yerine gelmeyen katı bir dayatması yatar. Albert Ellis’in dayatmacılık adını verdiği –meli, -malı tarzında düşünceler özellikle öfkeyle bağlantılıdır.

Bu türden dayatmacı kurallar ve inançlar kişinin yaşantıya verdiği anlamı oluştururlar ve bunlar da otomatik düşünceler şeklinde ortaya çıkarlar. Öfke duygusuyla bağlantılı düşünceler bazen altta yatan bir hassasiyeti gidermeye dönük olabilir. Örneğin çocuğuna kızan bir annenin ilk inancı “eğer çocuklar kötü davranırlarsa bunun anlamı onların kötü çocuk olmalarıdır” iken, bunun altında yatan inanç, “eğer çocuklarım kötü davranırlarsa bunun anlamı benim kötü anne olmamdır” olabilir. Aşırı genel inançlar aşırı genel bir yoruma yol açar. Kişi çocuklarını suçlayarak kendisinin kötü olduğu imgesiyle yaşadığı acıdan bir anlamda uzaklaşmış olmaktadır.

Bilişsel olarak bireysel saldırganlık ve antisosyal davranışın altında saldırgan kişinin kendisini kurban, saldırdığı kişiyi ise düşman olarak görmesidir. Saldırganlar kendilerine dönük olumlu bir yanlılık taşıyan değerlendirme yaparken karşı tarafla ilgili olarak da olumsuz yanlılık taşıyan değerlendirme yaparlar. Kızgın bir kocanın imgesiyle, millî veya dinî bir grup için teröre başvuran bir militanın imgesi şaşırtıcı benzerlikler taşır. Kişi kendisinin hakkı olan bir şey başkasına verildiği biçiminde bir değerlendirme yaptığı zaman kızar. Diğer insanların zihnini okumak insanlarda gelişmiş uyum sağlayıcı bir mekanizmadır. Kendini korumak ve geliştirmek için buna dönük tehditleri sezmek ve savunmaya dönük uygun eylemler yapmak uyum sağlayıcıdır. İnsanlar diğer insanlardaki benmerkezciliğe şaşırmakla beraber kendi kendilerinin benmerkezciliğine karşı kördürler. Beck saldırganlığın bilişsel düzenekleri arasında çaresizlik ve reddedilmenin önemine dikkat çeker. Diğer insanların bizi kontrol etmesi, çaresizliğimizi; reddetmesi ise sevilmediğimizi hissettirir. Her iki durumda da, benlik değerimizi azaltır. Bize böyle davrandığı için, karşımızdaki insanın ne kadar kötü biri olduğu düşüncesine odaklaşmamız, bu kişiye karşı öfke duymamıza yol açar. Bu durumdaki en belirgin savunma, karşıt saldırıdır. Kavga etmek, saldırmak kendisini tekrar güçlü ve değerli hissetmenin önemli bir aracı haline gelir.

Saldırganlığın bilişsel teorisi, saldırgan davranışın saldırganlıkla ilişkili belli katı inançları içeren şemalardan doğduğunu söyler. Bunlar arasında yukarda örneklediklerimize ek olarak “bana kötü davranan insanlar cezalandırılmayı hak eder”, “eğer insanlara karşılık vermezsem beni ezerler”, “onlar cezalarını bulduktan sonra bana ne olduğu önemli değildir”, gibi ara inançlar yer alır. Bu kişilerde kendi kendileriyle ilgili olarak “değersizlik” ve “yetersizlik” temalı temel inançlar, diğer kişilerle ilgili olarak da diğer insanların “kötü”, “çıkarcı”, “cezalandırıcı”, “haksız”, “adaletsiz”, “bencil”, “istismarcı”, “kontrolcü” ve “baskıcı” olduğu biçiminde temel inançlar vardır. Erken yaşamdaki olaylar ve ilişkilerle gelişmiş olan bu şemalar etkilerini yetişkinlik döneminde de sürdürür. O dönem için belki duruma uygun ve uyum sağlayıcı, işlevsel olan bu şemalar katı biçimde kullanılmaya devam ettiğinde sorun yaratmaya başlar. Bu temel inançların yarattığı sıkıntıyı geliştirmek için geliştirilen ara inançlar ve yöntemler sorunu çözmek yerine daha da ağırlaştırır. Örneğin diğer insanların kötü, adaletsiz, istismarcı ve baskıcı olduğuna inanan kişi, “eğer dikkatli ve uyanık olursam haksızlığa uğramam”, “eğer her haksızlığın cevabını verirsem beni istismar edemezler” gibi kurallar geliştirir. Bu ara inançları insan ilişkilerinde sık sık yaşadıkları zedelenmeleri ve bunlara bağlı saldırgan tepkileri açıklar. Şiddete eğilimli kişide diğer insanlardan gelen gerçek veya hayalî reddedilmeleri haksız, yersiz, kendisine karşı bir saygısızlık ve hiçe sayma, zulüm, güç gösterisi olarak yorumlama, yanı sıra olabilecek başka alternatif açıklamalara kapalılık yatar. Bu kişilerde bu tür gerçek veya hayalî reddedilme durumlarını halletmeye dönük kişiler arası beceriler az gelişmiştir.

Bilişsel kuramın saldırganlığa ilişkin engellenme kuramıyla da uyumlu olduğunu söyleyebiliriz. Engellenme saldırganlığın psikolojik nedenleri arasında görülen bir etkendir. John Dollard’ın temel varsayımına göre, “saldırganlık daima engellenmenin” (frustration) bir sonucudur. İnsanları saldırganlığa teşvik eden en güçlü şey engellenmedir. Engellenmenin hangi durumlarda saldırganlığa yol açtığıyla ilgili çalışmalarda engellenmeyi oluşturan etkenin niteliğinin önemli olduğu saptanmıştır. Engellenmeyi yaratan etken sadece yoğun olduğu zaman saldırganlığa yol açar. Engellenme hafif veya orta derecede olduğunda ise, saldırganlığı artırmayabilir. Ayrıca engellenme, hak edilmiş ve doğal olarak görüldüğünde değil de keyfi veya haksız olarak görüldüğünde saldırganlığı artırmaktadır. Bu bilişsel kuramın önemli ve belirleyici olan kişinin engellenmeye verdiği anlam olduğu, kızgınlığının düzeyini bunun belirlediği görüşüyle uyumludur. Engellenmenin kasti olarak yapıldığı, haksız ve yersiz olduğuna ilişkin değerlendirmeler kızgınlığı ve saldırganlığı artırır[viii]. Buna paralel biçimde bilişsel yaklaşım engellenme kavramını da içerecek şekilde saldırganlıkta birincil etkenin kişinin varlığına veya temel değerlerine karşı tecavüz algısıyla başladığını kavramlaştırır. Beck saldırgan kişinin kendisine karşı yanlış yapıldığı, bunun da ancak misilleme yoluyla halledilebileceğine inandığını belirtir. 

 

Terör ve Siyasi Şiddetin Bilişsel Açıklaması

Şiddet ve terör birçok kötü sonuca ve acıya yol açmasına rağmen hâlâ devam etmektedir. Günümüzde bu şiddet eylemleri ve bunlara bağlı kayıplar eskisinden daha az değildir. Kadın, yaşlı, çocuk istismarı ve şiddete maruz bırakılma, kişisel, ailevi ve ulusal ön yargılar, ayrımcılık ve ırkçılık hâlâ bütün toplumlarda rastlanan durumlardır. Toplumsal çatışmalardaki grup şiddetinde karşıdakinin olumsuz özelliklerini görme, olumluyu yok sayma, siyah-beyaz düşünme, etiketleme, aşırı genelleme gibi düşünce hataları yatar. Biz hep iyiyken öteki hep kötüdür. Karşıdakinin özü itibariyle kötü olduğu ve sahip olduklarımıza tecavüz etmek için fırsat kolladığı bir dünyada dikkatli, güçlü ve misillemeci olmak önemlidir. Diğerinin niyetine ilişkin katastrofik yorumlar, çatışılan grubu olumsuz etiketleme (kötü, hain, cani, insanlık dışı, barbar vb.) olumsuz sosyal stereotipi, dinî veya ulusal önyargılar, ideolojik saldırganlığın ve tahammülsüzlüğün özünü oluşturur. Kişinin diğer bireye sahici bir empati duyarak aynı zamanda ona karşı şiddete başvurması çok zordur. Bu nedenle saldırı ve savaşlarda “karşı taraf” hep kötü, hiç bize benzemeyen, hatta insanlıktan çıkmış biçimde tanımlanır. Çatışma içindeki grupları oluşturan insanlar tehdidin varlığı ve kaynağıyla ilgili de gerçekdışı değerlendirmeler yaparlar. Bu sabit olumsuz tasarım şu andaki ve geçmişteki yapılan yanlışların ve kötü tutum ve davranışların seçici bir şekilde algılanması ve hatırlanması ile güçlenir. Eklenen her bir olumsuzlukla beraber güçlenir ve saldırı haklılaşır. Etnik ulusal ve uluslar arası çatışmalarda düşmanla ilgili efsaneler yayılır ve düşmanın imajına yeni kötü boyutlar eklenir.

Siyasi terörün bundan ayrıldığı nokta, anlık bir öfkeden çok siyasi temel bağlı olarak planlı ve programlı bir biçimde iyi planlanmış şiddet eylemlerinden oluşmalarıdır. Bu ayrıma rağmen teröristin zihninin çalışma şekli bireysel veya grup şiddetine başvuran insanlara benzerlikler gösterir. Yalnız bireysel veya grupla beraber şiddete başvuran kişiler o an için öfkeyle dolu olmakla beraber terörist bir eylemi planlayan bir terörist oldukça soğukkanlıdır. Kötüleştirilen karşıdakini cezalandıracak tarzda bir eylem planlarken göreceli olarak kurbanlarının başına geleceklere karşı ilgisizdirler. Teröristin misyonu kişiden çok bir organizasyona veya kuruma dönük olduğu için tek tek kurbanlar hiç önemli değildir. Önemli olan uyandıracağı yankı ve etki açısından sadece kurbanların sayısıdır. Bu tür şiddet eylemlerinde de bireysel şiddete benzer şekilde saldırgan kişiler kendilerini kurban olarak görürler.

 

Şiddet ve Antisosyal Kişilik

Şiddeti ele alan bir yazının antisosyal kişilik bozukluğuna değinmemesi düşünülemez. Çağdaş ruhbiliminin ele aldığı ruhsal rahatsızlıklar içinde yer alan antisosyal kişilik bozukluğu, temel özelliği toplumsal kurallara uymama ve suç işleme olması nedeniyle şiddet açısından incelenmeye değer özellikler göstermektedir. Antisosyal Kişilik Bozukluğunun (AKB) temel özellikleri arasında, tekrarlayan biçimlerde sosyal kurallara ya da yasalara uymama, tekrarlayan yalanlar, sahtekârlık, dürtüsellik, tekrarlayan kavgalar ya da saldırılar, birçok konuda sorumluluk almama, başkalarına zarar verme ve bundan suçluluk duymama gibi belirtiler vardır[ix]. Antisosyal kişilik bozukluğu ve borderline kişilik bozukluğu, artmış şiddet eylemleriyle bağlantılı olan iki kişilik bozukluğudur. Antisosyal kişilik bozukluğunda şiddet eylemleri ve şiddet suçları, sergilenmekte olan birçok antisosyal davranıştan biridir. Bu hastalar sıklıkla fiziksel kavgalara karışırlar, hırsızlık, yalan söyleme, dikkatsiz ve hızlı araba kullanma, dolandırıcılık sahtekârlık, takma isim kullanma gibi birçok suç sayılan antisosyal eylemi gerçekleştirirler. Antisosyallerin işledikleri şiddet suçlarıyla ilgili diğer suçlulardan ayrılabilecek en önemli farkları suçlarından dolayı suçluluk duymamalarıdır. Antisosyal kişilik bozukluğunda işlenen şiddet suçunun hem niteliği hem de işleniş biçimi kişilik yapısı ile yakından bağlantılıdır[x]. Şiddet suçuna eğilim açısından gösterge olan faktörler açısından konuya yaklaşıldığında antisosyal kişilik bozukluğuyla bağlantılı sosyal etkenlerle paralellik gösterdiği görülmektedir. Şiddet suçu işleme olasılığını artıran erkek olma, şüphecilik, sinirlilik, impulsivite, davranış tarzına karşı içgörü yokluğu, iş ve eğitim becerisi eksikliği, işsizlik gibi özelliklerin antisosyal kişilik bozukluğunda da görülen özellikler olduğu karşımıza çıkmaktadır[xi].

Yapılan çalışmalardan elde edilen bulgulara göre, antisosyal özellikler her türlü suç açısından olasılığı artırdığı gibi, şiddet suçları açısından da olasılığı artırmaktadır. Danimarka’da 1944-1947 arasındaki dört yıllık süreç içinde doğan bütün popülasyonu inceleyen bir çalışmada, psikiyatrik tanılarla suç arasındaki ilişki incelenmiş ve şiddet suçları açısından antisosyal kişilik bozukluğu olan bireylerde şiddet suçu işleme riski erkekler için 7,2 kat, kadın antisosyaller için 12,4 kat artmış olarak saptanmıştır.

Antisosyal kişilik bozukluğu ile zaman zaman eş anlamlı olarak da kullanılan kronik ahlak dışı ve antisosyal davranışları tanımlamak için kullanılan bir kavram olan psikopati, antisoyal kişilik bozukluğu gibi gözlenen belirti ve davranışlara dayalı olarak değil belli bir ruhsal organizasyonu tanımlamak için kullanılır. Psikopatiyle uğraşarak bu konuda bir ölçek geliştiren Robert D. Hare, psikopatların yüzeysel bir çekicilik, grandiyözite, egosantrizm, yalancılık, manipülatif tutumlar, empati, impulsivite, suçluluk, pişmanlık yokluğu gibi özelliklerinin psikopatinin temel özellikleri olduğunu belirtmiştir.

 

Antisosyal Kişilik Bozukluğunun Bilişsel Kuramı

Kişilik bozuklukları bilişsel kuram açısından kendilerine özgü farklı bilişsel yapılar özelinde kavramlaştırılır. Bilişsel yaklaşım, antisosyal kişilerin benlikle ilgili temel inançlarını, kendilerini yalnız, otonom ve güçlü, bazen de toplum tarafından kötü muamele görmüş ve istismar edilmiş, dolayısıyla kurbanlaştırılmış gördükleri biçiminde kavramlaştırır. Bu nedenle antisosyaller başkalarına aynı şeyi yapmaya hakları olduğuna inanırlar. “Ben zedelenmeye, sömürülmeye açığım”, “diğerleri potansiyel olarak beni sömürmeye hazırlar” biçimindeki inançları ara inançlarını şekillendirir[xii]. Bu nedenle de diğer insanlar onları sömürmeden ve kullanmadan daha önce harekete geçerek onları kullanmaya ve sömürmeye çalışırlar. Antisosyal bireylerde “eğer saldıran değilsem kurban olurum”, “kendimi korumalıyım”, “eğer diğerlerini kontrol etmezsem, sömürmezsem, saldırmazsam hakkım olan şeylere asla ulaşamam”, “kurallar gereksizdir” biçiminde işlevsel olmayan inançlar vardır. Temel davranış yöntemleri, “diğerleri sana saldırmadan, kullanmadan, sömürmeden sen onlara saldır, kullan, sömür” biçimindedir.

Antisosyal kişilik bozukluğu olan bireylerde yapılan çalışmalarda, bireylerin normallere göre kendilerini daha az yeterli, yetkin, sevilebilir, dışadönük ve kabul edilebilir olarak gördüğü ve daha az suçluluk duygusu hissettiği bildirilmektedir[xiii].

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DİPNOTLAR :



[i] Bu yazı M. Hakan TÜRKÇAPAR’ın, BAŞKA / Psikiyatri ve Düşünce Dergisi, İstanbul, 2009, Sayı: 3, Sayfa: 90-102, “Şiddet ve Düşünce” yazısından alınmış olup, dergiden haberdar etmek amacıyla bu metin aktarılmıştır. Bu ve benzeri konularda daha fazla bilgi edinmek için ilgili dergi sayılarına başvurmanızı tavsiye ederiz. Amacımız suç konusunda çıkan kitaplardan, dergilerden, yazılardan sizleri haberdar etmek; bilgi evrenine ve Türk kriminolojisine (suç bilimine) katkıda bulunmak ve topluma faydalı olmaktır.

[ii] Türkçapar MH, Antisosyal Kişilik Bozukluğunda Suç ve Şiddet Eylemlerine Göre Sosyal  ve Psikolojik Özellikler. Ankara Üniversitesi, Sosyal Antrapoloji ve Etnoloji (Sosyal Antropoloji) Ana Bilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2002.

[iii] Lewis DO The development of the symptom of violence. Child and adolescent psychiatry: A Comprehensive Textbook, Ed. M. Lewis. Baltimore, Williams & Wilkins, 1991. s.331-340.

[iv] Gil DG Preventing violence in a structurally violent society: mission impossible American Journal of  Orthopsychiatry, 66, (1) 1996:77-84.

[v] Gabbard GO Psychonalysis Comprehensive Textbook of Psychiatry 6. Baskı. Kaplan HI, Sadocks BJ(eds). Baltimore, Williams & Wilkins, 1995: s.431-478.

[vi] Lion JRAggression. Comprehensive Textbook of Psychiatry 6. Baskı. Kaplan HI, Sadocks BJ(eds). Baltimore, Williams & Wilkins, 1995: s.311-317.

[vii] Beck A. (1999). Prisoners of hate: The cognitive basis of anger, hostility, and violence. New York:Perennial.

[viii] Beck AT Cognative Therapy and emotional disorder New American Library A Meridian Book 1976.

[ix] DSM-IV (1994). American Psychiatric Association Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders. 4 thed. Washington DC: APA. 

[x] Mullen PE, Lindqvist P treatment and care in forensic mental health New Oxford Texbook of Psychiatry Eds. M.G. Gelder, JJ López-Ibor Jr, N.C. Andreasen Oxford University Press, Oxford 2000: s.2109-2121

[xi] Mullen PE, Dangerousness, risk, and the prediction of probability. New Oxford Texbook of Psychiatry Eds. M.G. Gelder, JJ López-Ibor Jr, N.C. Andreasen Oxford University Press, Oxford 2000: s.2066-2078

[xii] Beck, A., & Freeman, A. (1990). Cognitive therapy of personality disorders. New York: Guilford Press.

[xiii] Türkçapar, H., Akdemir, A., & Boyacıoğlu, G., Bahçekapılı, H. (1999, September). Cognitive features of Antisocial Personality Disorder. 29 th, Annual Congress of European Association for Behavioral and Cognitive Therapies, Dresden’de sunulan poster bildiri.

 

 

 

NOT: Bu yazının yayınlanmasına verdikleri izin ve kriminolojiye yaptıkları bu katkı dolayısıyla BAŞKA / Psikiyatri ve Düşünce Dergisi Editörü Sayın Prof.Dr. Hayrettin Kara’ya çok teşekkür ederiz.

 

 

 

© www.kriminoloji.com 2002

Sitemize www.kriminoloji.com, hukukcu.net, hukukcu.org veya turkhukuk.net, turkhukuk.org adreslerinden ulaşabilirsiniz.

 

 

Ana sayfa