www.kriminoloji.com
GENÇLİKTE
DAVRANIŞ BOZUKLUKLARI VE SUÇLULUK
Prof.
Dr. Atalay YÖRÜKOĞLU[1]
© www.kriminoloji.com 2002-2005
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana gençlik çağında
işlenen suçların gittikçe arttığı ve toplumsal bir sorun durumuna geldiği
gözlenmektedir. Sanayileşmeye koşut olarak hızla büyüyen kentlerde gençler
arasında çalma, soygun, yaralama, adam öldürme, vuruculuk, kırıcılık, evden
kaçma, içki ve uyuşturucu kullanımı, cinsel sorumsuzluklar ve çeşitli yasak
çiğnemeler yaygınlaşmaktadır. Bu durumun düşündürücü yönü, suçluluk oranındaki
yükselişin genç nüfusun artışından daha hızlı olmasıdır. Örneğin ABD’de yalnız
1960-1970 yılları arasında saldırı ve şiddet olaylarında yüzde 159, mala
yönelik suçlarda yüzde 75 artış olmuştur. Yapılan hesaplara göre bu ülkede genç
erkeklerin yüzde 22’si on sekiz yaşına varmadan bir kez çocuk mahkemesine
çıkacaktır. Gene ABD’de yılda iki milyon gencin evlerinden kaçtığı saptanmıştır.
Özellikle gelişmiş ülkelerde kızlar arasında da suç eğilim kaygı verici bir
hızla artmaktadır. ABD’de gençlik suçluluğuna ilişkin şu sayılar durumun
ağırlığını göstermeye yeter sanırım: Bu ülkede tutuklanan tüm insanların yüzde
43’ü 18 yaşından küçüklerdir. İşlenen suçların dökümü yapılınca ortaya şöyle
bir görünüm çıkmaktadır: Adam öldürmelerin yüzde 10’u, tüm yaralama olaylarının
yüzde 11’i cinsel saldırıların yüzde 9’u, tüm silahlı soygunların yüzde 34’ü,
ev soygunlarının yüzde 53’ü ve araba hırsızlıklarının yüzde 55’i gençler
tarafından işlenmektedir. İntihar olayları son yirmi yılda iki buçuk kat
artmıştır.
Resmi sayılara bakarak ülkemizde gençlik
suçluluğun gelişmiş ülkelerdeki oranlara varmadığı söylenebilir. Ancak polis ve
mahkeme kayıtlarına geçmeyen gizli kalmış ya da kovuşturulmamış suç oranının[i]
da yüksek olduğu bir gerçektir. Bununla birlikte toplumumuzda, büyük
kentlerdeki sürekli artışa karşın, gençlik suçluluğu büyük boyutlarda değildir.
Köylerde geleneksel kız kaçırma, kan gütme suçları azalarak sürmekte, kentlerde
ise hırsızlık ilk sıralarda yer almaktadır.
Gençlik suçluluğunun (juvenile
delinquency) nedenleri çok çeşitlidir. Başka bir deyişle tek bir mikropla
bulaşan bir hastalık değil, pek çok etkenin belirlediği bir davranış
bozukluğudur. Yoldan çıkan bir genci suça yönelten nedenler üç ana kümede
toplanabilir:
1.
Gencin
yapısı, özellikleri ve yeteneklerine ilişkin etkenler,
2.
Gencin
yetiştiği aile yapısı, aile düzensizliği ve ana-baba ilişkileri,
3.
Gencin
ve ailenin içinde yaşadığı toplumsal ortam ve yaşam koşulları.
Bu etkenler birbiri ile sıkı sıkıya
ilişkili olarak sonucu belirler. Kimi zaman bir etken, kimi zamanda başka bir
etken ağır basar. Ancak sonuç tüm olumsuz etkenlerin bir bileşkesi olarak
ortaya çıkar.
Suçlu gençler ya da suça itilmiş gençlerle
ilgili pek çok araştırma yapılmıştır. Gençlerin davranışlarını saptıran
nedenler bugün için yeterince aydınlanmış sayılır. Yoldan çıkmış bir genç,
ailesi ve yetiştiği toplumsal ortamla birlikte ele alınıp incelendiğinde hiçbir
gencin durduğu yerde suça yönelmediği anlaşılabilir. Başka bir deyişle gencin
suç işlemesi, ruhsal, zihinsel, ailesel ve toplumsal tüm olumsuz etkenlerin bir
sonucudur.
Gençlik suçluluğunda ailesel nedenleri
inceleyen en önemli ve kapsamlı araştırmalardan birinde Glueck veGlueck (1950,
1960) ABD’de ıslahevlerindeki 500 suçlu çocukla, benzer ailelerden gelen suç
işlememiş 500 normal çocuğu karşılaştırmışlardır. Bu çocuklar ve aileleri zekâ,
psikolojik testler, psikiyatrik görüşmeler yoluyla enine boyuna incelemeden
geçirilmiş, çocukluk davranışlarından ve aile içi nedenlerden hangilerinin
ilerdeki suçluluğu belirlediği araştırılmıştır. Çoğunluğu alt sosyo-ekonomik
sınıflardan gelen bu aileler özellikle seçilmiştir.
Glueck ve Glueck’un (1950, 1960) araştırmasından,
suçlu gençlerin ailelerinde kontrol grubu ailelerine göre ruhsal hastalık, suç
işleme ve alkolizm çok daha sık rastlanan durumlar olduğu sonucu çıkmıştır.
Evler daha düzensiz ve bakımsızdır. Oysa anı gelir düzeyindeki kontrol
ailelerinin evleri daha düzenli ve bakımlıdır. Ana baba arasında uyumsuzluk ve
geçimsizlik çok belirgindir; kavgalar, evi bırakıp gitmeler çok sıktır. Bu
evlerde baba ile oğul arasında soğukluk ve uzaklık göze çarpmaktadır. Disiplin
çok tutarsızdır ve cezalandırma yalnız dayak yoluyla yapılmaktadır. Aile
birlikten yoksundur; gezme, eğlenme ve yardımlaşma yoktur; aile üyeleri
arasında sıcaklık, yakınlık ve güven eksiktir.
Bu araştırmada incelenen suçlu gençlerin
özellikleri şöyledir: Bedence daha iri yapılı ve güçlüdürler. Ergenliğe daha
yavaş girmekte, ergenlikten sonra yaşıtlarına yetişerek geçmektedirler.
İçlerinde donuk zekâlılar olduğu gibi parlak zekâlı gençler de vardır. Ancak
suç işleyen gençlerin zekâlarının ortalaması kontrol grubu gençlerininkinden
biraz düşük bulunmuştur. Buna karşılık suçlu gençlerin okul başarıları zekâ
yeteneklerinin çok altındadır. Matematik ve okumada üç yıl geri kalmışlardır.
Okumaktan ve okuldan nefret etmekte, çoğu okulu bırakmak istemekte ve sık sık
okuldan kaçmaktadırlar. Öğrenme güçlükleri ve soyut düşünmedeki gerilikleri
belirgindir. Okulda sık sık sorun yaratmakta, öğretmenlere karşı saygısız
davranmaktadırlar. Yaşıtları içinde elebaşı görevi yapmakta, onları ayartmaya
çalışmaktadırlar. Arkadaş topluluğundan kopmamakta, yalnız kalmayı
sevmemektedirler. Ruhsal bakımdan olgunlaşmamış, tepkileri tutarsız, tedirgin
ve belli bir amaca yönelemeyen gençlerdir. Umursamaz görünen davranışları
altında güvensiz, aşağılık duygusu olan, sevilmediğine inanan bir kişi, bir
benlik yatmaktadır. Başka bir deyişle benlik saygıları düşüktür, ama
kabadayılık gösterileriyle, düşmanca tutum ve davranışlar, saldırganlık ve
başkaldırma yoluyla kendilerini savunmaya çalışmaktadırlar. Duygularını
yadsımakta, sorunlardan dolayı başkalarını sorumlu tutmaktadırlar.
Örneğin başka bir çalışmada (Gatling,
1950) suçlu gençlerin psikolojik testlere verdiği yanıtlar bu bulguları
doğrular niteliktedir. Bu gençlerin dörtte üçü sorunlarından hep başkalarını
sorumlu tutmakta, duygularını dışa yansıtmaktadırlar Ortaya çıkan görüntü,
dipte yatan mutsuzluk ve güvensizlik duygularına karşı umutsuzca savaşan ve
çerçevesi ile çatışmaya girerek başarmaya çalışan bir insan görüntüsüdür.
Testlerdeki yorumlayıcı öyküler hep hasta, uzakta veya ölmüş ana babalarla
ilgilidir. Bu ana babalar sürekli kızgın olan, cezalandıran, çocukların
isteklerine hep karşı çıkan, evden kovan ana babalardır.
Robins (1966) davranış ve ruhsal
uyumsuzluk gösteren 524 çocuğu (yaş ortalaması 13) otuz yıl boyunca izlemiş ve
erişkin çağda benzer deneklerle karşılaştırarak uyumlarını incelemiştir. Çocuk
Ruh Sağlığı kliniklerine başvurmuş olan bu uyumsuz çocukların özellikleri şöyle
özetlenebilir. Çoğunluğunda çalma, okuldan kaçma, kavgacılık, ataklık, kötü
arkadaşa uyma, saldırganlık, başkaldırma, yalancılık, ve sorumsuzluk gibi
davranışlar vardır. Bu çocuklardan 30 yıl sonra yeniden gözlemlenenler ancak
yüzde beşinin uyumsuzluk göstermediği saptanmış. Bu belirtilerden on veya daha
çoğunu gösterenlerin çoğu anti-sosyal kişilik geliştirmiş ve suça
yönelmişlerdir. Yüzde 40’ı alkolik olmuş veya başka ruhsal hastalık
geliştirmiştir. Belirtilerin en az üçünü gösteren yüzde 66’sı erişkin çağda
uyumsuz bulunmuştur. Nörotik belirtileri olanlar, yani ruhsal uyumsuzluklar ise
erişkin çağda kontrol grubu erişkinlerden farklı çıkmamışlardır. Bu çocuklardan
babaları işsiz olan, çok içen, evi bırakıp giden ya da tutuklananların üçte
biri sonradan anti-sosyal davranışlar göstermişlerdir. Buna karşılık, ruhsal
sorunları olan, ama davranış bozukluğu olmayan babaların çocuklarında suç yönelme
oranı çok düşük bulunmuş.
Başka bir araştırmada (Mitchell ve Rosa,
1981) 3210 çocuk arasından davranış bozukluğu gösteren yüzde 10’u (321 çocuk)
seçilerek 15 yıl boyunca izlenmiş. On beş yıl sonunda bu çocuklardan en az
yarısı birkaç kez, yüzde 10’u da 8-11 kez işledikleri suçlardan dolayı yargıç
karşısına çıkmışlar. Öğretmenler ve ana babalarca sürekli yalan söylediğinden
ve çaldığından yakınılan çocukların yüzde 64’ü suça yönelmişlerdir.
Holander ve Turner (1985) yaşları 12-19
arasında olan hırsızlık, soygun, ırza geçme, yangın çıkarma, adam öldürme gibi
suçlardan dolayı hapse girmiş 200 genci incelemişler. Bunların yüzde 40’ı başka
suçlardan dolayı tutuklanmış gençlermiş. Bu gençlerin zekâlarını ölçmüşler,
yüzde 47’sinin zekâsı sınır düzeyinde bulunmuş, yüzde 20’sinin de öğrenme
güçlüğü ve dikkat toplamakta güçlükleri olduğu görülmüş. Çeşitli kişilik
özellikleri yanında yüzde 30’unun şizoid ve paranoid özellikler gösterdikleri
saptanmış. Sabıka oranının yüksek ve işlenen suçların ağır olduğu bu inceleme
grubunda zencilerin çoğunlukta bulunduğu ve daha çok tek başlarına suç
işledikleri görülmüş. Başka araştırmalar da suç işleyen gençlerin ortalama
zekâlarının kontrol gruplarına göre düşük olduğu sonucunu vermiştir. Bununla
birlikte suçlu gençlerin yarısında çoğunun zekâlarının en az normal düzeyde
bulunması da anlamlıdır. Bu bulgu gençlik suçluluğunda zekânın tek başına bir
etken olmadığını kanıtlamaktadır.
Yapılan pek çok araştırma, suçlu gençlerin
ot gibi yerden bitmediğini, onların özel koşullarda ve belli ortamda özellikle
yetiştirilmiş gibi suça itildiklerini doğrulamaktadır. Bu ortam genellikle
sevgiden yoksun, güven vermeyen, karışık, düzensiz ve çatışmalı bir aile
ortamıdır. Çocuğun kişilik gelişimini aksatacak, ruhsal uyumunu bozacak pek çok
etken bir arada bulunur: Kavga, geçimsizlik, ayrılık, içki, kaba disiplin,
anlayışsızlık, ilgisizlik veya anti-sosyal eğilimler vardır. Örneğin 116 suçlu
gencin ailelerini inceleyen Lander (1941), annelerin yüzde 31’inin, babaların
da yüzde 36’sının ruhsal bakımdan dengesiz olduğunu bulmuştur. Bu ailelerin
yüzde 85’inde şu etkenlerden an az biri çok belirgindir: Annenin çocuğu
benimsemeyip itmesi, babaların çocuğu benimsememesi, ana babanın ruhsal
dengesizliği ve ana baba geçimsizliği. Bu ailelerin en az yarısında da bu
etkenlerden üçü bir arada bulunmuştur.
Glueck ve Glueck (1950, 1960) araştırma
bulgularına dayanarak çocukları suça iten etkenleri gözden geçirmiş ve
belirleyici olan en önemli etkenleri ayırmışlardır. Sonuç ilginçtir: Şu beş
etkeninin iyi değerlendirilmesi ile bir çocuğun ileride suça yönelip
yönelmeyeceğini yüzde 90 kesinlikle önceden bilme olanağı vardır:
1) Babanın oğluna sevgisi ve ilgisi,
2) Babanın oğluna uyguladığı disiplin,
3) Annenin oğluna sevgisi,
4) Annenin oğlunu denetimi,
5) Ailenin dirliği ve düzeni,
Glueck’un ölçütlerini kullanan başka
araştırmacılar da çocukluk çağı davranışlarıyla, yukarda sayılan etkenler
birlikte değerlendirildiğinde çocuğun ilerde suça yönelip yönelmeyeceğini yüzde
90’a yakın bir doğrulukla kestirmişlerdir. Örneğin altı yaşlarında 240 çocuk bu
yöntemle incelenerek on yıl boyunca izlemiş ve suça yöneleceği kestirmiş, 27
çocuktan 23’ünün suç işlediği görülmüştür. Suçluluğa yönelmeyeceği düşünülen
193 çocuktan sadece yedisi suça yönelmiştir. Bu sonuçlar aile içi yaşam ve
ilişkilerin çocuk suçluluğunda temel nedenler olduğunu kanıtlamaktadır (Craig
ve Glick, 1963).
Çocuğunda anti-sosyal eğilimleri
destekleyen baba, genellikle evde bir tiran gibi davranan, bencil, başkalarının
duygularına karşı duyarsız ve anlayışsız bir insandır. Anne de çoğunlukla
çaresiz, sürekli yakınan, ancak kocasına karşı çıkamayan, ezik bir kurbandır:
Kimi evlerde de babanın disiplini ya çok gevşek ya çok tutarsızdır. Baba oğluna
karşı ilgisiz, varlığından habersiz gibidir. “Gözüme gözükmesin de ne yaparsa
yapsın, umurumdan değil” tutumu içindedir. Çocuk kendini evde gereksiz, fazla
bir eşya, kolayca vazgeçilebilecek bir nesne olarak görür. Bu nedenle
sevilmediği, benimsenmediği, değer verilmediği sonucunu çıkarır. Bu bakımdan
biraz sert, ama ilgili ve denetleyici bir baba çok daha yeğ tutulur. Katı
disiplinli bir baba çocuğunda sorunlar yaratsa bile, acımasızca ceza
uygulamıyorsa, anti-sosyal davranışa neden olmaz.
Örneğin Robins’in (1966) incelemeye aldığı
ailelerden, disiplini çok gevşek olanların çocuklarının yüzde 32’sinin
anti-sosyal davranış geliştirmelerine karşılık, ana babalarının sıkı disiplini
ile yetişmiş gençlerin ancak yüzde 9’u anti-sosyal eğilim göstermişlerdir.
McCord ve McCord (1959), Bandure ve Walters (9159) ve başka araştırıcıların
bulguları da bu doğrultudadır. Çok gevşek ve tutarsız disiplin ve gence karşı
ilgisiz davranmak çok daha kötü sonuçlar doğurabilmektedir. Bu araştırıcılar
kontrol olarak seçtikleri normal ailelerde daha çok kural, sınırlama ve yasak
olduğunu gözlemişlerdir. Dayak, aşağılama ve iticilik yoksa, otoriter bir
disiplin, genci, anti-sosyal davranışa itmemektedir. Böyle, çocuğuyla yüz göz
olmayan, ama onun her şeyi ile yakından ilgilenen, gerektiği zaman destekleyen,
yeri geldiğinde “Dur!” diyen baba tipleridir. Bu nedenle ilgili, ama sırasında
sınır çeken kurallar koyabilen ana babalar daha başarılı ana babalardır. En
sakıncalı tutumlar iki uçta yer alanlardır: İtici, soğuk ve ilgisiz tutum ile
dayağı, aşağılamayı tek disiplin yöntemi olarak benimseyen tutumlar.
Babanın anti-sosyal eğilimler göstermesi
çocukta aynı eğilimlerin gelişmesinde en önemli etkenlerden biridir. Örneğin,
anti-sosyal davranışlı 800 çocuğun ana babası incelenmiş, bunların çoğunun
kişilik bozukluğu gösterdiği, empülsif oldukları, çocuklarını bilinçsizce
anti-sosyal davranışa ittikleri sonucuna varılmıştır (Kaufman ve Ark, 1963). Bu babalar çocuklarının davranışlarını
ayıplarlar görünmekte, ancak gizliden kışkırtır gibi davranmaktadırlar. Örneğin,
okuldan kaçan, olay çıkaran, karşı gelen bu nedenle disiplin kuruluna verilen
bir gencin babası, oğlunun omuzlarını sıvazlayarak ve gülümseyerek bana şu
soruyu sormuştu: “Doktor bu hergele adam olmaz değil mi?” Hiç kuşkusuz babanın
bu tutumundan gencin çıkaracağı sonuç açıktır: “Oğlum sen bu yolda devam et,
ben senden memnunum!” Kişilik bozukluğu olan pek çok baba kendisinin gizli
kalmış eğilimlerini oğlunun uygulamaya koymasından zevk alır. Haksız yere
başkasını döven veya zarar veren oğlunu cezalandırmak yerine, başkaları ile
kavgaya girişen babalar vardır. Ya da evden kaçan gençler vardır ki çok önceden
beri sıklıkla, ceza olsun diye kapı dışarı edilmişlerdir. Ezilip aşağılanan bu
çocuklar kendilerini aileye yük gibi görürler. Bir gün dayanılmaz bir anda
babalarının korktuğunu başına getirirler.
Sağlıksız bir aile ortamında yetişe
çocukların hepsi neden anti-sosyal davranış bozukluğu göstermezler? Bu sorunun
yanıtı aile ilişkilerinde bir çocuğun özel yeri odak noktası olmasıyla
açıklanabilir. Başka bir deyimle çocukların biri şamaroğlanı (scapegoat)
durumuna geçer. Hak etsin, etmesin ana babasının öfkesini bir paratoner gibi
üstüne çeker. Her şeyden sorumlu tutulan, kınanan odur. Bu “karakoyun” sanki
ailenin dengesini sağlar. İlişkilerin bozuk olduğu ailede herkes ona karşı
birlik olur; suçlar, ayıplar, cezalandırır. Böylece o bir güven süpabı olur.
Zamanla bu role itilen genç de rolünü benimser: “Benden iyi bir davranış
beklemediğinize göre ben de bu yolda yürürüm, değişmenin yararı yok” der ve ana
babayı haklı çıkaracak biçimde davranır. Genellikle şamaroğlanı yerine konan
çocuk, ailenin bunalımlı bir döneminde istenmeden doğan, ana babanın
benimsemediği bir çocuktur. Bunu sezen genç erken yaşlardan başlayarak onların
tepkisini çekecek biçimde davranır. Olumsuz davranışlarıyla dikkatleri üstünde
toplar, bu da ana babanın onu daha çok itmesine, aşağılamasına yol açarak kısır
bir döngü oluşturur.
Kendisinden iyi bir davranış
beklenmediğini gören çocuk, ana babaya karşı bu ters kimliğini savunma çabasına
girer. Bütün aile üyeleri de yalnız ona karşı dayanışma içine girerler, onu
dışlarlar. Kimi zaman davranışı en bozuk olan, en yeteneksiz olan değil, çok
olumlu özellikleri olan bir çocuk da şamaraoğlanı rolünü üstlenebilir.
Çoğunlukla belli bir özelliği şamaraoğlanı olarak seçilmesinin nedenidir:
Sevilmeyen birine benzemesi, kız beklerken oğlan çocuk doğması, çocuğun ana
babadan biri veya ikisince itilmesine neden olabilir. Çocuğun olumsuz bir
özelliği abartılarak ve sürekli başına kakılarak çığırından çıkarılır. “Sen
olmayınca bu evde huzur var, sen gelince ağzımızın tadı kaçıyor.” Oysa
şamaroğlanı olmasa, aile üyeleri öfkelerini yansıtacak bir yer bulamaz,
birbirine düşerler.
Gençlerde görülen her davranış bozukluğu
bir anti-sosyal (psikopatik) kişilikten kaynaklanmaz. Anti-sosyal kişilik
yapısı geliştirmiş olan gençler aynı suçları yinelerler, hiç pişmanlık ve
suçluluk duymaz, dürtülerini dizginleyemez, atak ve saldırgan davranırlar.
İnsanlara bağlanamaz, yakın ilişkiye giremezler.
Buna karşılık kimi gençlerin davranış
bozukluğu nevrotik veya tepkisel olabilir. Örneğin, bir boşanmadan, bir ölüm
olayından sonra ortaya çıkan davranış sapmaları bu türdendir. Başka bir deyişle
gencin yaşadığı bir ruhsal travmaya, içinde bulunduğu depresyona verdiği bir
yanıt, bir uyum çabasıdır. Bir bakıma genç, olumsuz davranışıyla ailesine
yardım çağrısı yapmakta, ilgiyi üstüne çekmeye çalışmaktadır. Kardeşi doğduktan
sonra sevilmediğini, bir kenara itildiğini sanan çocuğun, annesinin çantasından
para çalıp, armağan alarak kendisini ödüllendirmesi bunun bir örneğidir.
Johnson ve Szurek (1952) suça yönelen
gençlerin üstbenliklerinin kusurlu geliştiğini vurgulamışlardır. Üstbenlikleri
kimi alanlarda iyi gelişmiş, hatta katı olduğu halde, kimi alanlarda zayıf ve
yetersiz kalmıştır. Bu yazarların deyimiyle üstbenliklerinde boşluklar
(Superego Lacunae) vardır. Genelde uyumlu görünen genç, suçluluk duygusu
çekmeden kimi anti-sosyal eylemlerde bulunabilir. Burada ana babanın bilinç
dışı bir eğiliminin gencin davranışına yansıması söz konusudur. Ana baba yanlış
davranışı açıktan kınamakta, öğüt vermekte, ama kendi tutumlarıyla alttan alta
çocuklarını kışkırtmaktadırlar. Çingenenin kahramanlık diye hırsızlığını
anlatması gibi bu ana babalar da çocuklarına başkalarını nasıl aldattıklarını,
nasıl kazıkladıklarını övünerek anlatırlar. “Çal ama yakalanma, döv ama
dövülme” mesajını iletirler. “Gençliğimde ne serserilikler, ne haylazlıklar
yapmıştım, neydi o günler. Az daha yakayı ele veriyorduk” gibi öyküler
anlatırlar. Öte yandan genç her an yoldan çıkacakmış gibi uyarılar yaparlar. Bu
uyarıların sıklığı ve yersizliği genci tedirgin eder. Babanın ya da ananın en
çok üstünde durduğu konu genellikle kendi gençliğinde işlediği bir suçun ya da
pişmanlık duyduğu bir eylemin gencin yinelemesinden korktuğu bir konudur. Baba
eve geç gelen oğlunun bir haylazlık yaptığını sanır, hemen hesap sorar. “Gene
ne haltlar karıştırıyordun?” diye dinlemeden suçlamaya girişir. Bir anne geç
kalan kızına, “Gene kimin konundaydın, nerelerde sürtüyordun?” diye saldırıya
geçer. Kızını doktor muayenesine götürür, çünkü kendisi evden kaçarak
evlenmiştir. Böyle suçlamalarla sık sık karşılaşan gençte şu kanı yerleşir:
“Yapsam da bir yapmasam da, nasıl olsa yapmış gibi suçlanıyorum! Öyleyse
yapayım da görsünler!” diyerek kızgın ve bunalmış bir anında ana babanın
beklentisini gerçekleştirir.
Babasız büyümek kimi zaman böyle bir baba
ile yaşamaktan iyidir. Nice babasız genç vardır ki, sağlıklı büyür. Ya baba
yerini tutan bir amca, dayı veya dedeyle özdeşim yapmıştır ya da annesinin
sağduyulu eğitimi sayesinde babasızlığı bir sorun etmeden büyümüştür. Kimi
kişilikli anneler çocuklarını aşırı koruyup kollamadan şımartıp başına
çıkarmadan yetiştirir. Babayı canlı bir örnek gibi yaşatır. Çocuk hiç tanımasa,
görmese de babasının istediği gibi bir evlat olarak yetişmeyi kendine amaç
edinir. “Baban böyle yapmanı, baban böyle olmanı isterdi” diyerek oğluna bir
kimlik duygusu aşılar. Hiç kuşkusuz babayı ulaşılmaz bir örnek gibi göstermek
çocuğu bocalatabilir. “Ben babamın övünebileceği bir oğul olamam duygusu
altında ezilebilir. Hiç kuşkusuz babasız büyüyen her çocuk baba özlemi çeker,
ancak babasızlığın, genci bunalıma düşürmesi gerekmez.
Babasız büyümekten daha zor ve acı olan
durum babası yaşarken bir gencin baba özlemi çekmesidir. Boşanmadan sonra kimi
baba, çocuklarını defterden siler; ya hiç arayıp sormaz ya da kırk yılda bir
görür. Babasının olduğunu bilen, ama aranmayan, sorulmayan, merak edilmeyen bir
çocuk ve gençte benlik saygısı büyük bir yara alır. Ölmüş bir baba yüceltilir, ama
çocuğunu yok sayan ilgisiz bir babaya karşı ancak öfke ve düşmanlık duyulur.
Boşanmanın ardından aylarca, yıllarca çocuğunu görmeyen babalar çok sorunlu,
ağır kişilik bozukluğu olan insanlardır.[ii]
……
Hiçbir genç birdenbire yoldan çıkmaz. Uzun
bir bocalama ve çıkış yolu arama dönemi geçirir. Bir umutsuzluk ve çaresizlik
anında bir yanlış işe girişir, yakalanmaz. İkinci denemede bir zarar görmez,
aynı yanlışı yineler. Kestirme yoldan para kazanmak, kaçak bir iş ya da çalıntı
mal satmak heyecan vericidir. Giriştiği tehlikenin, çektiği korkunun
karşılığını aldığına inandırır kendini. Bu yakayı ele verinceye kadar sürer
gider. Cezasını çekip hapisten çıktığında benzer işler yapmaktan başka seçeneği
yoktur. Üstelik gerekli deneyimi edinmiştir. İlk yakalanışının toyluktan ileri
geldiğini düşünerek başlangıçta ayağını denk atar, ama bu kez de işler başka
türlü ters gider. Artık yolu çizilmiştir.[iii]
……
Buraya kadar gençlik suçluluğunu kız erkek
ayırımı yapmadan tartıştık. Çünkü bu çağda suç işleme erkeklere özgü ve erkeklerin
tekelinde olan bir davranış sapması olarak biline gelmiştir. Özellikle
ülkemizde genç kızların suç işlemeleri pek görülen, duyulan bir olgu değildir.
Erkeklerin yapısal olarak daha güçlü ve saldırgan olmaları, onların ruhsal
sorunlarını davranışa, eyleme dönüştürmelerini kolaylaştırmaktadır. Oysa genç
kızlar daha güçsüzdürler, daha çok denetlenir, daha çok baskı altında
tutulurlar. Başkaldırınca öfkelerini dışa değil kendilerine yöneltirler.
Nitekim bu çağda genç kızlar arasında intihar girişimi erkeklere göre çok
yüksek oranda görülür. Evden kaçmak ya da sorumsuz cinsel ilişkilere girmek de
genç kızların başka bir başkaldırma yoludur. Erkekleri ise otoriteye karşı
gelerek, yasadışı eylemlere karışarak kendilerini kanıtlamaya uğraşırlar. Genç
kızların rastgele cinsel ilişkilere girmesi suç olmasa bile çok ayıplanan bir
davranış sapması, erkeklerin cinsel serüvenleri ise erkekliğinin bir göstergesi
sayılır.
Elli yıl öncesinde genç kızların işlediği
suçlar istatistiklere girmeyecek kadar azdı. Oysa günümüzde durum değişmiştir.
Örneğin ABD’de 1965-1970 yılları arasında genç erkeklerin suç oranı yüzde 44
artarken, kızların işlediği suçlarda yüzde 78 artış olmuştur. 1960-1970 yılları
arasında ise 18 yaşından küçük kızların (saldırı ve mala ilişkin suçlardan
dolayı) tutuklanma olayları yüzde 250 artmıştır. ABD’de 1940 yılında suç
işleyen on beş genç erkeğe karşılık bir suç işleyen genç kız varken, 1956’da
dört erkeğe karşılık bir suçlu kız vardır. Başka bir deyişle genç kızlar suç
alanında erkeklerle aralarındaki açığı hızla kapama yolundadırlar! Özellikle
cinsel suçlarda erkeklere yetişmiş durumdadırlar.
Ülkemizde kızlar arasında evden kaçmalar
ve sorumsuz cinsel ilişkiler artış göstermekle birlikte, genelde suç oranı
erkeklerle kıyaslanmayacak ölçüde düşüktür. Ceza ve ıslah evlerinde yatan genç
kız sayısı çok azdır. Gelişmiş ülkelerde büyük sayılara varan evlilik dışı
gebelik ve doğum olaylarına ülkemizde ancak tek tük rastlanır.
Tutucu özelliğini büyük ölçüde koruyan
toplumumuzda kız-erkek arkadaşlığına iyi gözle bakılmazken evlilik dışı gebelik
ve doğum, düşünülmeyecek kadar büyük bir ayıp, yüz kızartıcı bir suç ve aile
trajedisi olarak yorumlanır. Bu büyük suçu işleyecek genç kızın ya geri zekâlı,
ya da çok dengesiz olması gerekir. Oysa daha öncede belirttiğim gibi ABD’de
liseli kızlar arasında okulu bırakma nedenlerinin başında gebelik gelmektedir.
Liseli genç kızlar arasında cinsel deneyimi olanların (yüzde 37) en az dörtte
biri gebe kaldığı için ya erken evlenmekte ya da evlilik dışı doğum
yapmaktadır. Eskiden zencileri arasında yaygın olan evlilik dışı gebelik ve
doğumlar beyaz kızlar arasında da
yayılmaktadır. Örneğin 1966-1975 arasındaki on yıllık dönemde evlilik dışı
gebelikler iki kat artmıştır.
Önünü sonunu düşünmeden cinsel ilişkiye
girmek ve gebe kalmak genç kızlar için bir başkaldırma yolu, kimlik
bocalamasının bir belirtisi olmaktadır. Erkeklerce beğenilmek, ardından
koşulmak kadın cinsel kimliğinin bir parçasıdır. Evinde sevgi ve anlayış
bulamayan genç kızlar, erkeklerden gelen ilgiye ve tatlı sözlere daha çabuk
kanmakta, cinsel birleşmeyi bu sevginin bir bedeli olarak görmektedirler.
Yalnızlığını ve umutsuzluğunu gideren böyle bedensel yakınlaşma ona sevilmenin
ve kadın kimliğinin bir kanıtı gibi gelmektedir. Başka bir deyimle erkeğin
cinsel isteklerini sevginin bir göstergesi olarak yorumlayıp kendini ona
sunmaktadır. Bu ilişkilerde kadınca bir sevilme ve korunma isteği cinsel
dürtülerin doyurulmasında daha önde gitmekte, daha önem kazanmaktadır. Aile içi
bunalımlarda, boşanma ve ayrılıklarda genç kızın benlik gücü zayıflamakta,
cinsel ilişkiyi sorunlarından bir kaçış olarak seçmektedir. Bu davranışıyla
aynı zamanda ailesini de cezalandırmış olmaktadır. Özellikle annesiyle
çatışması çok olan genç kızlar bilinçdışı bir öç alma duygusuyla kendilerini
erkeklerin kucağına sorumsuzca atmaktadırlar.
Çocukluklarında cinsel saldırıya uğramış,
yakın bildiği, güvendiği erişkin erkeklerce kandırılıp okşanmış, cinsel
bakımdan sömürülmüş kızlarda gençlik çağında cinsel dürtülerini dizginlemekte
güçlük çekerler. Alkolik bir baba, amca, yeğen ve başka kan bağı olan
erkeklerin kızlarla yasak cinsel denemelere kalkışmaları büyük bir suçluluk
duygusu yaratmakta, gençlik çağında sorumsuz ilişkilere ve evden kaçmalara yol
açmaktadır. Romanlarda ve filmlerde sık sık işlendiği gibi böyle örselenmiş
kızlar ensest (yasak sevi) çatışmasından ve korkusundan kurtulmak için evden
kaçmakta, şarkıcı ve sinema yıldızı olabilmek için büyük kentlerin kalabalığına
karışmaktadırlar. Sonuç, kadın avcılarının tuzağına düşmek, sömürülmek, buluşma
evleri ve genelevlerdir.
DİPNOTLAR:
[1] Bu yazı Sayın Prof. Dr. Atalay YÖRÜKOĞLU’nun bu
yazısı, Özgür Yayınları’ndan çıkan, Gençlik Çağı/Ruh Sağlığı ve
Ruhsal Sorunlar kitabından tanıtım amacıyla alınmıştır. (Prof. Dr. Atalay YÖRÜKOĞLU,
Gençlik Çağı/Ruh Sağlığı ve Ruhsal Sorunlar, Özgür Yayınları, İstanbul, 2000,
11. Baskı, s.301 vd.) Amacımız suç konusunda çıkan kitaplardan, dergilerden,
yazılardan sizleri haberdar etmek; bilgi evrenine ve Türk kriminolojisine (suç
bilimine) katkıda bulunmak ve topluma faydalı olmaktır. Daha detaylı bilgi için
ilgili kitaba başvurmanızı özellikle tavsiye ederiz. www.ozguryayinlari.com
© www.kriminoloji.com 2002
Sitemize www.kriminoloji.com, hukukcu.net, hukukcu.org veya
turkhukuk.net, turkhukuk.org adreslerinden ulaşabilirsiniz.
[i]
Bu durum kriminolojide, suçta siyah sayılar, karanlık nokta, karanlık alan,
siyah nokta olarak adlandırılır. (Editör notu)
[ii]
Bu noktadan sonra konu ile ilgili örnek olaylar anlatılmış olup bu kısımlar
alınmamıştır. (Editör notu)
[iii]
Bu noktadan sonra konu ile ilgili örnek olay anlatılmış olup bu kısımlar
alınmamıştır. (Editör notu)